Av. Selçuk Kozağaçlı’ya,
Göz değil bunlar kesinlikle değil
irin gibi nefret akıyor sadece
Dudaklar yok burun yok alın yok
yüzü yok bu mumyalanmış yüzün
Ölümün rengi gri midir ya da korkunun
Gri midir insan hayvana benzetilirken
Uzun ve pis bir sakal sırıtıyor
göğsüme iliştirilen rakamlara
İşte 81 yılından bir fotoğraf
albümlere hiç girmeyecek
( Ahmet Telli – 81 Yılından Bir Fotoğraf)
Sonsuzlukta rahat uyusun Muzaffer İzgü, 12 Eylül günlerini anlattığı ‘Birinci Gelen Öcü’ öyküsünde uluslararası bir yarışmada ‘korku’ öyküsü dalında birinci olan bir yazarı konu edinir. Yarışmaya farklı ülkelerden yazarlar katılmış, ödülü ülkemizden katılan yazar almıştır. Ödül törenine giden yazarımız, başka ülkelerden katılıp sahneye çıkarak, öykülerini anlatan yazarlarla alttan altta dalga geçerek her bir yazarı, yazarların hallerini, yarışmada derece almak için gösterdikleri maharetleri, şaklabanlıklarını ayrı ayrı anlatır.
Yarışmaya Danimarka’dan katılan yazar, sahneye çıkar ve ‘hayalet öyküleri’ anlatır.
Yarışmaya Fransa’dan katılan yazar ‘hortlak’ları anlatır.
Yarışmaya Malta’dan katılan yazar çuvallarla birbirini korkutan insanları anlatır.
Yarışmaya katılan Hintli, ‘yalancı yılanlar’la birbirlerini korkutanları anlatır.
Böyle böyle anlatır gider. Sıra ülkemizden ödülü alan yazara gelmiştir, sahneye çıkar, başlar anlatmaya:’ Baylar, bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle daha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin kapısının o saatte ziline basılmışsa o evdeki yaşlı kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, annenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçirir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa atar.’
Salondakilerin tepkileri, homurtuları üzerine:’ O saatte ülkemde kimse kimseye konukluğa gitmez, o saatte zile dokunan el, ancak polis eli olabilir.’ der.
Eee… ne var bunda diye sorduklarında devam eder: ‘ Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin gözaltı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez… Dayak atabilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine sokabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir.’
Yazarımız yarışmaya katılanlar arasında, bu anlatımıyla birinci olur, ödülünü alıp sahneden inerken kara kaşlı, kara gözlü, çatık kaşlı biri yazarımızın yanına yaklaşır, kolunu tutar:’Seninle ülkeye geldiğinde görüşürüz.’ der.
12 Eylül’den önceki darbeleri okudum; ancak yaşamadım. Bu nedenle önceki darbeler üzerine çok söz söyleme hakkını bulmuyorum kendimde. Ama 12 Eylül hâlâ peşimdedir. Benim yazgımdır. Ömrümün durağıdır. Bunca yıl sonra, şimdi bile kimi geceler işkencehanede geçirdiğim günler, rüyalarıma girer, işkence görenlerin sesleri kulaklarımda çınlar.
Son yıllarda, doksanları, iki binin sonlarındaki cemaat eliyle yapılan operasyonları ve 2016 OHAL günlerini karşılaştıranlar sıkça çıkıyor karşıma. Hangi dönemde baskının ve zulmün daha ağır olduğunu tartışıp duruyorlar, benden de fikir istiyorlar.
Her bir dönemin ayrı ayrı özgünlüğü olsa da benim favorim hâlâ ve yine 12 Eylül’dür.
12 Eylül günlerinde Diyarbakır’da üniversitede öğrenciydim. Sokaklarda tanklar, askerler, geceleri basılan evler, kurşunlanan gençler; sokağa çıkma yasakları, işkenceler, işkencede tecavüz edilen genç kızlar, cezaevinden yükselen çığlıklar… vardı bu kentte.
‘ay doğar, gece uçurum gibi gelir.
Aklıma notaları kurşunlanan şarkılar,
kurşunlarda yanık kokan türküler gelir
…
Ben bu kente girince kimlik sorar devriyeler;
Devrilmeler, delirmeler ve bütün devrimler hesap sorar!
Ben bu kente girince tetik düşüremem ellerim kilitlenir;
Dudaklarım mühürlenir, öpemem
Saramam. Saramam kollarım kilitlenir…
…
Yerde tank paletleri çiğner şiirimi;
bu yüzden, sırf bu yüzden…
Bu yüzden tanımım yerdedir.
Yerde mitralyözler taradı gençliğimi / siz bilmezsiniz
Tank paletleri çiğnedi şiirimi;
Sevgimi, düşlerimi ve gülüşlerimi.
Hepsi yerdedir şimdi / siz bilmezsiniz
Hangi gazetelerle örtmüştük ölüleri?
Kim uydurdu infaz gecelerini?
Özlemin vergi iadesi yok mu?
Yine de ay doğar, gece uçurum gibi gelir!
Ben bu kente girince en namlı namlular uyanır ansızın.
Kesilir çocukların, iri bıçaklarla kesilir ninnileri:
‘De lori lori, kurêmin lori… De lo-!’
Şiir, Yılmaz Odabaşı’nın ‘Aşkım Şiirim’ şiiri.
O günleri böyle imgeler Odabaşı.
Şiiri şöyle sürer:
‘Bu kent bitecek bir gün bizleri bırakarak,
Gökyüzü uçaklara, kentyüzü namlulara kalacak
Bu kent bitecek bir gün bizleri bırakarak
ve herkes ufalacak…
Ya da biz bu kente girince,
bize karanfiller, şiirler atacaksınız…
Kadınım, beni kokla ve uğurla;
dönmeyebilirim, kokumu unutma.
2016’da Sur’da çatışmaların ve yıkımın sürdüğü günlerde, Sur’da yaşananları kınamak üzere Türkiye’nin her yanından Çağdaş Hukukçular Derneği’nin çağrısıyla yüze yakın avukat Diyarbakır’a gittik. Diyarbakır adliyesi önünde basın açıklaması yaptık. ÇHD Genel Merkezi adına Genel Başkan Av. Selçuk Kozağaçlı, ÇHD İstanbul Şubesi adına İstanbul Şube Başkanı Av. Gökmen Yeşil, Antalya Şubesi adına ise ben konuştuk.
Biz kente girince, ’ bize karanfiller, şiirler atılmıştı’ dostlarımız, yoldaşlarımız tarafından.
Karanfiller, şiirler atılırken bize, uzaktan kurşun sesleri geliyordu.
Basın açıklamasından sonra Dağkapı’dan yürüyerek Sur’a gitmek istedik; ama girmedik / giremedik. Sokak başları beton bariyerlerle kapatılmıştı. Bariyerlerin yanında derme çatma karakollar kurulmuş, karakollarda yüzleri kapalı, ellerinde ağır silahlar olan özel tim elemanları nöbet tutuyorlardı. Şehrin ana caddesinde zırhlı askerî araçlar ile polis araçları homurtuyla dolaşıyordu. Daha fazla yürümemize izin vermediler. Ben kenti tanıdığım için gruptan ayrılarak Sevgili Tahir Elçi’nin vurulduğu dört ayaklı minarenin olduğu sokağa doğru yürüdüm. Sokağa yaklaştığım anda içeriden yoğun silah sesleri ve patlamalar yükseldi. Polisler el işaretiyle yaklaşmamı istemediler, can tatlıydı, hemen uzaklaştım oradan.
Bu sokak öyle canlı öyle canlı bir sokaktı ki benim üniversitede olduğum yıllarda. Ciğerciler, bakkallar, çay ocakları, manavlar, hamam bir de postane olduğu kalmış aklımda. Yüzlerce insan girer çıkar, alışveriş yapar, yemek yer, çay ocaklarında demli çaylar içerlerdi. Esmer, güzel kızlar da anneleriyle bu sokakta dolaşırlardı. Hiç unutmadım, o yıllarda ‘deliler gibi’ âşık olduğum Diyarbakırlı kız ve annesiyle bu sokakta karşılaşmıştık.
Öyle güzeldi, öyle güzeldi ki ( o rastlaşma) anlatamam, ne desem az, ne desem eksik ki âşık olan bilir.
Şair öngörüsü doğru çıkmıştı işte. Yılmaz Odabaşı, 1980’lerin sonunda ‘Bu kent bitecek bir gün bizleri bırakarak, / Gökyüzü uçaklara, kentyüzü namlulara kalacak’ demişti ya öyle olmuştu işte, gökyüzü bombalara, kentyüzü namlulara kalmıştı.
Siz doksanları, iki binleri, iki bin onları hangisini seçersiniz seçin, bu yılları yarıştırın durun; benim favorim hâlâ ve yine, 1980’de başlayıp ve hâlâ devam eden, bu ülkedeki tüm zulümlerin üzerine inşa / bina edildiği 12 Eylül ve onun faşist ideolojisi Türk – İslam Sentezi(dir).
Son sözler(im) de Diyarbekir için olsun.
Şair öngörüsü doğru çıkar ya…
Bu kent bitecek mi peki?
Bu kent bizleri bırakacak mı?
İşte bunu adım gibi biliyorum.
O kara gözlü, güzel çocukların olduğu, benim sokaklarında deli dolu âşık gezdiğim bu kent hiç bitmeyecek.
Hiç bitmeyecek.
Nisan – 201 9Antalya