Kırşehir Express Gazetesi

İNTİHARLARI VE ARDINDAN GELECEKLERİ NASIL YORUMLAMALIYIZ?

İNTİHARLARI VE ARDINDAN GELECEKLERİ NASIL YORUMLAMALIYIZ?
Bünyamin Şakar( bunyaminsakar@kirsehirexpressgazetesi.com )
09 Eylül 2020 - 12:59

“Yaratıcılıktan nasibini almış herkese her zaman zalimce davranan, musallat olan, eziyet eden, en nihayetinde de canına okuyan bir şehirdi bu; müthiş bir sinirsel gerilime ve ruhsal yaralanmışlığa rağmen hâlâ hayatımı kurtarabileceğim en yaşamsal anda şehre sırtımı dönemeseydim, ben de orada yaşayan -birçoğuyla da bir zamanlar sıkı bağlarım olan- pek çok yaratıcı ruhun yolundan gider ve Salzburg’da çok sayıda kişinin yaptığını yaparak hayatıma son verirdim ki aksi halde şehrin duvarı içinde yavaşça ve sefilce yok olur gider, ciğerleri tıkayan insanlık dışı atmosferinde başka pek çok kişi gibi adım adım boğulurdum.” Thomas Bernhard – Neden (s.9)

            Bakış açısı şu an ülkemizde her şeyden önce yazarın son kısımda ifade ettiği “boğulma” şeklindedir. Bu boğulma durumu sadece insanımızın insanımıza uyguladığı bir şekil olarak değil, aynı zamanda aile içindeki hallerle de karşımıza çıkıyor. Toplumun kendi içindeki hesaplaşması aslında buna dayanır ama maalesef bununla da kalmaz. Kişi küçüklüğünden itibaren ailesinden gördüğü halleri dışa yansıtır ve ikinci evi sayılan öğretim yerlerinde deneme-yanılma yoluyla elde ettiği destekli hareketlilikleriyle bu durumunun farklı bir boyuta evrilmesine neden olur. Bu söylediğim tabii ki “her zaman olumsuz yönde gelişir.” anlamına gelmez; belli noktalarda bu kişilerin deneme-yanılma çıkarımları olumlu hareketliliğe de yönelebilir. Thomas Bernhard’ın söylediklerine göre ilerlersek aile ve okulu bir şehir olarak kabul etmeliyiz çünkü şehrin içerisinde birden fazla ilçe-ilçecik bulunduğundan ve oradan gelen her bir kişinin farklı tarzda yaşam koşuluna göğüs germek zorunda kaldığını hesaba katmalıyız (farklı tarzda yaşam koşulu diye bahsettiğimiz de aslında ailelerin yetiştirme tarzıdır). Ancak ben yazarın bu söylediğine değil, bir başka söylediğine özellikle parmak basmak istiyorum. Thomas Bernhard, kaldığı öğrenci yurdunu anlatırken “mutlak itaat ve diz çöküşe” karşı çıkanların, daha doğru söylersek dayanamayanların karşılaştıkları bir odadan bahseder. Bu oda kitabın içerisinde yurdun müdürü olarak sözü geçen Grünzkranz’ın keman çalışmaları için tahsis ettiği bir ayakkabı odasıdır:

            “Ne zaman ayakkabı odasında keman çalışsa (…) aklına intihar gelir. Odada kendini asmak için çok fırsat vardır, üstelik bir parça ip bulmanın da zor bir yanı yoktur. Daha ikinci günde kendini pantolon askısıyla asmaya kalkar ama sonra vazgeçip keman çalmaya devam eder. O andan itibaren ayakkabı odasına girmek intihar ruhuna girmekle birdir. Ayakkabı odası, çürük tahta raflardaki tıklım tıklım yüzlerce ter kokan yatılı öğrenci ayakkabısıyla doludur. Tavana yakın bir delikten içeriye yalnızca kötü mutfak kokuları sızar.” (s11-12)

            İşte şimdiki “Z kuşağı” diye adlandırdığımız bireylerin birçoğu bu ayakkabı odasının içerisinde ne yapacaklarını bilemez bir şekilde etraflarına bakıyorlar. İğrenç hallerin, düzenlerin ve fikirlerin bekçiliğini eden bu odadan kurtulmaları için onlara orayı düşündürmeyecek fikirler verebilmemiz gerekmekte. Aile kurumu içerisindeki o amansız çekişmede rol oynayabilmeleri için, hayata tam bir merkezden bakabilmeleri için, düşündüklerinde akıllarına sadece olumsuz fikirlerin gelmemesi için, oluşturmuş olduğumuz o odayı – özellikle kendilerini hayali bir varlığa sığındırtmayacak şekilde – yerle bir etmeliyiz çünkü toplum içerisine katılacak olan genç bireylere yer açmak istiyorsak, onları dinlemeli, onlara oluşturduğumuz ortamı gözden geçirmeli, onlar için düşünmeli ve dahi onlar söylemeden yapılmış olduğunun somut adımlarını atmalıyız çünkü böyledir; sadece sen değilsindir esas olan, birden fazla olursan sesin daha gür çıkar ve bunu sağlayabilmek için olabildiğince dikkatli davranman gerekmektedir.

            Thomas Bernhard bunları farklı şekilde yaşadı. Keman çalışmaları için kullanılan o kokuşmuş odada intihar düşüncesi her aklına geldiğinde müziğe bağladı kendini. Müziği, kemanını kendisini intiharın eşiğinden kurtaran bir araç olarak tuttu elinde. Ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? Biz, yani Türk toplumu olarak biz, gençlerimize onları eşikten kurtaracak araç vermekte başarılı olamıyoruz. Halbuki hayata tam bir merkezden bakabilmeleri için gerekli düşünceleri onlara çoktan sağlamış olmamız gerekir; düşünce olarak fikir ayrılıklarının şiddetle değil tatlı bir dille halledilmesi gerektiğini, bir fikir beyan edildiğinde başvurulacak ilk yolun savunma mekanizmasını direkt harekete geçirmek yerine dinlemek/susmak olduğunu, gerekiyorsa ondan sonra bu mekanizmanın harekete geçirilebileceğini, zihinlerinden geçirdikleri hayalleri en doğal şekliyle bir başkasına paylaşmanın aslında utanç verici bir şey olmadığını, aksine bunları paylaşmanın bir zamanlar karşısındaki kişinin de aslında böyle hayaller kurmuş olduğunu hatırlatacağını bilip büyük, eğlenceli bir muhabbete imkân vereceğini bilmeleri gerekir; bunu bilme yetisini onlara aşılamış olmamız gerekir (ve hatta – daha bizimle konuşmaya atılmamışken – zihinlerinden geçen düşünceleri bizimle paylaşmada herhangi bir sorun olmadığı konusunda emin olmaları gerekir; bu güveni onlara vermiş olmamız gerekir.). Ama… Ama bunların eksikliği yüzünden belli aralıklarla bu olumsuzluklar gün yüzüne çıkıyor. Bahsettiğimiz bu “ayakkabı odası” sadece intihara yol açan durumlar için geçerli değil; aksine tacizler, tecavüzler, şiddetli geçimsizlikler, boşanmalar, boşanma sonrası gerçekleşen cinayetler, darplar ve sayamadığım (ve belki de bilmediğim) daha birçok şey.

            Hatadan dönülmez ama doğru yaşanabilir. Dikkat edelim. Ardımızdan gelecek olan bireylerin daha bir düşünceli (kendini bilir) halle ilerlemesini istiyorsak bu yolu onlara açmasını bilelim. Bilelim ki sonradan pişman olmayalım çünkü bugünün duyguları, sensiz, geçmişteki duyguların ölü kabuğundan başka bir şey olamaz.

Sitemizde yayınlanan haberlerin telif hakları gazete ve haber kaynaklarına aittir, haberleri kopyalamayınız.