‘Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rasladım
Sevindi beni görünce.
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan’
Şiir bildiğiniz üzere Sevgili Behçet Necatigil’in.
Şiir, Varlık Dergisi’nin Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmış.
Dünya güzeldi o yıllarda. ( Ya da bu zamandan bakınca bize öyle görünüyor.)
Bu ülke de çok güzeldi. Hadi üstteki tümceyi burada yineleyeyim: Ya da bu zamandan bakınca bize öyle görünüyor.
Kasaba meydanındaki çay bahçesi gibiydi bu ülke. Tahta masa ve iskemlelerin olduğu; herkesin evinden yiyeceğini getirdiği; dolmaların, böreklerin ikram edildiği; cızırtılı hoparlörden içli şarkıların, yanık türkülerin çalındığı; kimsenin kimseye kem gözle bakmadığı; dertlerin paylaşıldığı; genç kızların delikanlılara kur yaptığı; ilk görüşte âşık olunduğu; ilanı aşktan kısa süre sonra nikâh için imzaların atıldığı; evlenmeden önce asla olmaz olduğu; işsizliğin, açlığın, şiddetin – bu kadar – olmadığı; günlerin kaplumbağa hızıyla ilerlediği bir güzel yıllardı…
Sonra olanlar oldu işte.
Turan Emeksiz’i vurdular.
Vedat Demircioğlu’nu pencereden attılar.
15 / 16 Haziran 1970’te Abdurrahman Bozkurt’u, Yaşar Yıldırım’ı, Mustafa Baylan’ı katlettiler.
Denizleri astılar.
Mahirleri hunharca öldürdüler.
…
Geldik yetmişlerin ortasına.
Hakan Yurdakuler’i katlettiler SBF’nin önünde.
Kurdun dişine kana değmişti bir kere. ( Öyle dememiş miydi, yıllar sonra 2015’te Sur’u yakıp yıkan bir yiğit!) Bıyıkları aşağı sarkık katiller, evleri bombaladılar, kahvehaneleri taradılar, mahalleleri bastılar, yaşlı, kadın, çoluk çocuk binlerce insanı katlettiler. Sokağa çıkmak bir mesele, eve dönmek ikinci meseleydi. Canı sıkıldığı için bir faşist, solcu öldürmek için sokak sokak dolaşmış, can sıkıntısını gidermişti.
Kuşağım benim!
‘Bugün oturdum ölümü düşündüm
Kirli, acı bir su gibi yürüdü içime
Dokunduğum, gördüğüm her şeye sindi
Ürperdim, korktum ve biraz şaşırdım
Bugün oturdum ölümü düşündüm
Yağmur altında ya da karanlıkta
Bir başıma kalmış gibi
…
Bugün oturdum ölümü düşündüm
Soğuk camlara dayayarak yüzümü
Kuşağımın acısını, kefenlenen gençliğimizi
Yaşayan ya da artık yaşamayan dostları
Bugün oturdum ölümü düşündüm
Örterek yüreğime kara bir tülü.
…
Bugün oturdum ölümü düşündüm
Bir darağacında ya da yolda yürürken
Bugün oturdum ölümü düşündüm
Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken.’
Ahmet Erhan’a 1978’de, yirmi yaşındayken bu şiiri yazdıran barbarlık, o yıllarda kalsaydı keşke. Öyle olmadı biliyorsunuz. ‘Tarihe sızan soytarı’ girdi dünyamıza, asker postalları, cemseler, işkencehaneler, mahpushaneler… girdi.
‘Artık her şey bitti, geceleri sokağa çıkma
Artık her şey bitti, yorganına sıkıca sarın
Artık her şey bitti, yüzüme bakma öyle
Artık her şey bitti, yat, uyu adamım
İnceldiği yerden kopsun, dediğin şeyler koptu
Artık bıktım, dediklerin hep bıktı senden
Biliyor musun, sonunda olan bize oldu
Anımsa, güzel günlerden konuşurduk eskiden’
Kuşağım benim, her ev karakola dönmüştü nerdeyse, güzel günlerden konuşmak bir yana, sokağa çıkamaz olmuştuk.
‘Sokaklara çıkıp da boşuna bir şeyleri arama
Görmezden geliyor seni, eskiden gözlerinin içine giren’
Bu yıllar Ahmet Erhan’ın dizeleriyle böyle geçti işte, kırgınlıklarla, yalnızlıklarla, hüzünlerle…
Sonra, ‘’ ‘Işık doğudan yükseldi’ ve durun zulüm buraya kadar!’’ dedi.
Dişi kana değen kurtlar durur mu?
Vedat Aydın’ı kaçırıp katlettiler.
Kaçırılanları, katledenleri… ; bırakın saymayayım artık.
Sonrası daha ağır geldi. İşkenceler, faili meçhul cinayetler, yakılan köyler, yakılan kentler, ülkenin her yanına giden tabutlar, tabutlar, yine tabutlar…
Yine işkencehaneler, yine mahpushaneler, yine…
‘Şivan bir genç adam
Üstünde ağırlığı bulanık göklerin
Bulut bulut uçurumlar gezen.
Kirpiğinde köpük dudağında nem
Orhan kıyısız bir mavi
Dalga dalga bir ateşi emziren…
İki kadın vurulacak birazdan
-İki adam iki çocuk iki halk-
Birisi Lice’de yıkılacak kerpiç kerpiç
Öteki denizi taşıracak Samsun’da’ demişti ‘İki Kadın Vurulacak Birazdan’ şiirinde Şükrü Erbaş.
İki kadın, iki çocuk, iki halk; pek çok kadın, pek çok çocuk, pek çok halk vurulmuştu her yanından…
Yüzyılı devirdik de günlerimiz öyle kaldı.
Kardeşim Tahir Elçi’yi vurdular dört ayaklı minarenin önünde, yıl 2015’i gösteriyordu.
Sur’u vurdular, Cizre’yi vurdular, Nusaybin’i vurdular.
‘Ah kadın, Cizre miydi senin adın
Cudi’ye bakıp durma fistanın alev alır
Bilmez misin ki kan değdi çakalların dişine
Her bodrum tekinsiz saatler gibi işliyor
Ve genzinde bir yanma tuhaf bir kekrelik
Gece bir dumandı tütüp durdu Gabar’da
Sokakta mezarlık sinekleri, çıldıran tarih
Bilmez misin ki kan değdi çakalların dişine
…
Ah kadın, sen Lokman’ı tanır mıydın
Gülüşü Dicle gibi harelenen Lokman’ı
Mem û Zin’i ezbere okurdu; boynundaki
Kement soldurdu mu o gülistan gülüşü,
İmlâyı boşver hayat sığmıyor ona
Meleyê Cizîrî’nin Divân’ı yanıyor Kasrik’te
Yanık kokuyor şehir, şehir kan kokuyor
Ah kadın, Cizre miydi senin adın Şırnak mı
Nusaybin de olabilir hadi sen söyle’ demişti Ahmet Telli,’gülüşünden vurulup’ panzerin arkasına bağlanarak sürüklenen Lokman’ı yazarken…
Yinelemesem olmaz.
Kasaba meydanındaki çay bahçesi gibiydi bu ülke.
Şimdi her yer kan revan, her yer acı, her yer yoksulluk, her yer intihar… ; dağ taş tarûmar…
O yılların inceliğiyle Necatigil’le sürdüreyim sözü.
‘Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi…
Anlıyordu.
Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri…
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selam söyledi.’
Ne güzeldir eski bir sevgiliden haber almak.
Ne güzeldir eski bir sevgiliyle rastlaşmak.
Biliyorum, işimiz çok!
Bu ülke bizim ellerimizde güzelleşecek.
Sözümü bir kenara yazın, bu ülke için güzel şiirleri biz yazacağız.
Güzel türküleri biz söyleyeceğiz.
Ne diyeyim?
Bu yazı vesilesiyle de olsa haber aldığımız / al(a)madığımız tüm eski sevgililere hepi(n)mizin adına bur(a)dan selam olsun.
Bin selam olsun!
Temmuz / Kasım – 2019
Antalya